11 Ağustos 2016 Perşembe

Refik Ünal: 19 Aralık’ta cezaevlerinde yapılanlarla bugün Cizre’de yapılanlar arasında bir fark yok [Umut Gazetesi]


Bu haftaki söyleşimizi, 96 Ölüm Orucu-Süresiz Açlık Grevi direnişçisi ve Wernicke Korsakoff ve Eski Mahpuslar Dayanışma Ağı üyesi Refik Ünal ile gerçekleştirdik. 96 Ölüm Orucu direnişinin 20. Yılı vesilesiyle gerçekleştirdiğimiz söyleşide “ölüm oruçları-açlık grevleri” ve “cezaevleri” konularını konuştuk. Sorularımızı yanıtlayan Ünal, "96’nın ve 2000’nin bedelleri çok ağır olmuştur, yapılar kendisini toparlayamamıştır ancak teslim olmak daha ağır yıkımlar getirecekti," dedi.

1) Nasıl ölüm orucu direnişçisi oldunuz? Yaşadığınız o süreçte cezaevinde yoldaşlık ortamı nasıldı?  Ölüm orucu direnişine nasıl karar verdiniz? Bu süreci bize aktarabilir misiniz?

96 Mayıs-Temmuz cezaevleri direnişinde Refik Ünal’da süresiz açlık grevi direnişçisi olarak yer aldı. Niye ölüm orucu değil? Ölüm orucu çok daha büyük bir kararlılık, yüksek bir kararlılık gerektirir. Ama süresiz açlık grevi içerisinde ölümü göze alabilirsin, ölebilirsin. Eğer amaç buysa, karşı devrim saldırılarına meydan okumaksa ölüm göze alınır.

Yoldaşlık ortamını şöyle anlatayım: Sağmalcılar Hapishanesi’nde değil de örneğin Ümraniye Hapishanesi’nde olmuş olsaydım yüksek olasılıkla şu anda yaşamıyor olurdum. Ümraniye Hapishanesi’nde olan ve orada süresiz açlık grevinde olan Osman Akgün -son mektubunu zaten bana yazmıştı- örneğin hayatta kalamadı. Niye hem Sağmalcılar Hapishanesi’nde çok daha deneyimli varlıklar-kişiler- vardı, beni hayatta tutmak için çok çaba sarf ettiler. Örneğin su alamadığı zaman Refik, aynı örgütten olmadığımız bir varlık; “bedenine sürekli ıslak bez koyun, bedeni derisinden alsın suyu” dedi. Çünkü Refik, su içemiyordu, su içtiği zaman kusuyordu vs. Neredeyse 24 saat bedeninin çok değişik yerlerinde ıslak bezler tutuldu, suyu bu şekilde almış oldu. Ama Osman Akgün’ün böyle bir şansı ve olanağı olmadığı için hayatta kalamadı.

Belki uzun sürer sadece bunu şunun için söylüyor B1 al diye. Sağmalcılar’ı diğerlerinde farklı gösteren şey Çapa’nın nöroloji servisi, oraya biz daha hiç gitmeden kontrole başladı. Ve ısrarla bize B1 almamızı, B1’in hayat uzatıcı bir fonksiyonu olmadığını, B1 almamızı önerdiler. Ama medyada öyle bir kampanya yürüttüler ki; o zamanlar adalet bakanı Şevket Kazan, “yiyorlar” benzeri şeyler söyledi. Bir vitamin aldığınız zaman nasıl bir şey olur? Vitaminin hayat uzatıcı bir şeyi olmadığı için Refik’in hala nörolojik sorunları var eğer vitamin alsaydı bunlar olmayacaktı. Ama alamıyorsan ya da almıyorsan zaten karşı taraf başka bir slogan üretiyor. Söylenen her sözün bir arkası var. Sakladığı bir şey var ya da bir şeyleri örtüyor o yüzden B1 almıyorsun ama yine çok uzakta şimdi Refik, eğer hayatta kalmışsa ve bu hale gelmişse Çapa nöroloji servisindeki emekçilerin etkisidir.

Yoksa 2001-2002’de kardeşim, yoldaşım Ömer Ünal’a B1 serumu verdiler. Ömer şimdi yürüyemiyor. Epey zayıf, yeni kayıt yapamıyor beraber yaşıyoruz şu anda. Yeğenim Edirne hücrelerinde. Edirne devlet hastanesine de B1 vitaminini sokamadım. İHD’den belge de verdiler götürüp ver diye. Ama ilaçları ya da B1’leri hastaneye sokamadık Çapa nöroloji oysa 96’da birçok yere bilgisini vermişti. O yüzden Çapa nöroloji servisindeki emekçilere ayrıca bir teşekkür ve ömür borcu yüklü yani. Hayatta kalmışsa başka örgütten birisi bedenine sürekli ıslak bez koyun, suyu oradan alsın demiş, sadece çapa nöroloji servisi değil, Yedikule hastanesinde birisi de hala buraya gidip geliyor. O da başka bir yapıyla gönül bağı olan birisi hepsi bir şekilde el birliği yaptıkları için hayatta kalabildik eğer şuan yaşayabiliyorsam kolektif bir katkı sonucunda bunları neden söylüyor Refik. İHD çok direnişçi gibi şeyler söylemiş. İşte direniş yetmiyor Kolektif bir katkı olmasa. Ölüm orucu değil üstüne üstlük açlık grevi, gidebilen herkes gitmeli kolektif bir şeyle gitmeli bunu süreçte önermiştik, ben istemedim yine de işte benzeri kolektif bir çaba olmasa ben şu anda hayatta olmazdım. Gülizar Tuncel’in bürosunda o kadar zaman Refik kaldı yaşadı. İHD de benzeri katılar buldu. Böyle benzeri bir kolektif çabayla Refik hayatta kaldı.

2- 96 ölüm orucu direnişi üzerinden 20 yıl geçti bu ölüm orucu direnişinde onlarca kişi yaşamını yitirdi bunların arasında örgütlerin öncü kadroları da vardı. Bu kadroların daha sonraki mücadeleye nasıl bir etkisi oldu?

Şimdi burada Refik şunu çok açık seçik bir biçimde savunur. Hapishanedekiler teslim olmalılar ya da son ana kadar birebir savaşı sürdürmeliler. Savaşımı sürdürmek esastır çünkü bir ideal uğruna yola çıkıyorsun ve sadece yaşamı sürdüreyim diye ondan vazgeçemezsin. Refik’de düşünüyor, örgütlerin öncü önder kadrolarının hapishanelerde açlık grevi operasyonlarında katledildiğini. Evet onları korumalıydık. Öncü, önder kadroları korumanın daha başka yolları olabilmeli örneğin kitleyle bağları çok zengin olmalı, kitleler içerisinde yeni kadro devşirecek çalışmaları olmalı. Kitle bağları, kitle çalışması çok güçlü örgütler değiliz. Zaten karşı devrimin hemen hemen bütün saldırılarını örgütler kendi gövdeleriyle karşılar. Bu bir avantaj olduğu kadar bir dezavantajdır aslında.  Çünkü zaten var olan kadrolarını çok hızlı bir şekilde kaybediyorsun ve sonra yeni insanlar neyi referans alacak, nasıl referans alacak? En azından Türkiye devrim hareketinin birçok yapısı geleceğe, 10 yıl-20 yıl sonraya hangi koşulla olursa olsun teslim olmamayı gösterdi diye düşünmek gerek.

Refik’e bugün diyorlar yaşın şu oldu, bu oldu hala şunun yok, bunun yok niye bu şeyden vazgeçmiyorsun? Bir taraftan Türkiye devrim hareketi öyle zengin deneyimler ortada bıraktı ki bırakamazsın. Kadrolarımızı harcamayalım diyerek geri çekilemezsin. Ama stratejik şeyini başka yerlerde aramak lazım. Kitle bağlarımız neden gelişmiyor işte orada da çok zengin açılımlar olması gerek yoksa yapacak çok da bir şey yok. Kitle ilişkileriyle geliştirebildiğimiz kadrolardı ama onları da geri çekemezsin o yüzden hem 96’yı hem 2000’i Refik kendi adına savunur. Yani bedelleri çok ağır olmuştur, yapılar kendisini toparlayamamıştır. Ama teslim olmak daha ağır yıkımlar getirecekti.

3- Bu soracağım soru ilk iki soruyla da ilişkili ama konunun anlaşılması için biraz daha derinleştirmek için soruyorum. Bugünde ölüm orucu direnişi bitmiş bir mesele değil. Türkiye tarihinde 82, 84, 96, 2000 ve en son PKK’li tutsakların 2012’de bir ölüm orucu direnişi oldu. Hem biraz bu direnişin tarihini hem de bu direniş şekline bakış açınızı bize aktarmanızı istiyoruz?

Bu soruya daha geniş bir açıdan bakarak, sorulara hazırlanmak ve cevaplamak daha doğru olurdu. Örneğin 96’da karşılaştığımız ölüm oruçları, “İslam’la ilişkili mi?”, “Ortadoğu’yla ilişkili mi?” vs. gibi tartışmalar oldu. Bu bir direniş biçimi ve bunun tarihsel kökeni, dinle ilişkili olabilir, daha başka birçok sebebi olabilir.

1910’larda Britanya’da feminist kadınlar ölüm orucu direnişi yapıyorlar. Ne için yapıyorlar?  Oy hakkı için yapıyorlar. İngiliz hükümetine, devlet zorla birçok direnişçi kadını katlediyor. Bir hortumu midelerine ya da ağızlarından yutaklarına indirip zorla öyle besliyorlar. İspanya’da ETA’nın benzer direnişleri var. İrlanda’da ise bu bir gelenek oluyor. Nasıl bir gelenek? Lordun ya da orada ki ağanın vermediği hakkını almak için oradaki serfler ya da köylüler evinin önünde açlık grevi ve ölüm orucu yapıyorlar. 2010’da ya da 2011’de İran’da uzun süreli bir ölüm orucu oldu.

Ölüm orucu pasif bir direniş biçimi olabilir ancak nasıl pasif bir direniş biçimi ki sen kendini her an hücre hücre ölüme götürüyorsun ve karşı tarafa ne yaparsan yap senin yaptığını kabul etmem diyorsun. Zaten Refik’in içinde olduğu hareket o zaman hapishane sürecinde de açlık grevini bir şekilde kurumsallaştırmaya çalışan bir hareketti. Örneğin; gözaltında işkenceye uğradığımızda açlık grevi yapıyorduk. 96’da gözaltına alındığımızda su vermiyorlardı. Açlık grevindeyim metnini imzala diyorlar, imzalamıyorsun zaten adını söylemiyorsun adını bile kabul etmiyorsun. Adına dair olan hiç bir şeyi imzalamıyorsun, açlık grevinde olduğuna dair de bir şey imzalamayınca su da vermiyorlardı. Gözaltında 12-13 gün açlık grevi yapıldı. O süreçte de mesela su da alınmadan bu açlık grevi yapıldı. Sözü yine kendimize getirdik ama bunları açlık grevi yada ölüm orucunun ne olduğu iyice anlaşılsın diye söylüyorum.

Açlık grevi bir taraftan pasif bir direniş ama bir taraftan sen kendi yaşamını ortaya koyuyorsun ve hücre hücre direnişi örgütlüyorsun. Bu direniş tarzı pasif gibi gözükse de feministlerin yaptığı gibi kadınlara oy hakkı direnişi aslında çok önemli. Hapishanede bile olsan toplumsal yaşam koşulları iyileşsin diye, toplumsal zenginlik gelişsin diye açlık grevi, ölüm orucu yapabilirsin. Direnme hakkını konuşuyoruz ama devrim yapma hakkı da olabilir. Devrim yapma hakkı, hem işçi sınıfı hem halkların hakkıdır. Ve ben bu hakkım için de açlık grevini sürdürürüm.

4- Osmanlı Devleti’nde zindana atma geleneği var. İnsanların aklında Osmanlı’da bu şekilde bir korku oluşturmak istiyorlar. Cumhuriyet bu zindan geleneğinin devralıyor. En somut örneği hücreler. Sizce egemenler neden cezaevlerini bir vahşet aracına dönüştürmek istiyorlar?

Yine geniş bir tarihsel bakış açısıyla cevaplanabilecek bir soru. Refik’in algısına göre de kendince aktarmaya cevaplamaya çalıştığı yaklaşıma göre 95’te hücre içi cezaevi, hücre tipi yaşam diye bir şey üretmiştiler. Hapishaneler bunun bir aracı niye? 2001’de dönemin başbakanı Bülent Ecevit bir şey söylemişti: “Hapishaneler sorununu çözmeden, İMF programını uygulayamayız”. Aslında durum çok açık; bir sorunu çözmeden İMF programını uygulayamayız diyor. Toplumun üzerine öyle bir şey geçiriliyor ki; buna deli gömleği diyeceğim ama o çok hafif kalır. Hepimiz, hapishanelerden yola çıkarak o formasyona giriyoruz. Çünkü hapishaneler bir şekilde toplumda toplumsal direniş odağı olarak görülüyor. Refik iyi hatırlıyor, mesela 2000’de ve 2001’de hapishanelerde açlık grevi ölüm orucu sürerken Kayseri’de bir fabrikanın işçileri de açlık grevine başladılar. Ödenmeyen maaşları hakları için aslında daha başka bir direniş biçimine girdiler. Yakın zamanda da yine Zonguldak’ta bir maden ocağında açlık grevi yapıldı.

Açlık grevi veya ölüm orucu herkes için bir direniş biçimi ama neden hapishaneler sorununda daha çok karşımıza çıkıyor? Eğer hapishaneler teslim olursa toplumun direniş odağı öncül direniş odağı kırılmış olur. Toplum çok daha hızlı enformasyona uğrar ve toplum artık bunun yolu yöntemi yok diyerek teslim olmayı farkında olmadan kabul etmiş olur.

Sadece Türkiye’de de değil dünyanın çeşitli ülkelerinde benzeri şeyler yaşanıyor. Mesela Brezilya’da 1992’de Carandiru hapishanesinde yaşandı. Brezilya’da, devlet o zaman siyasi tutsaklarla birlikte adli tutsakları da katlediyor. Brezilya’da, 2016 Olimpiyatları yoksul bir mahallenin olduğu yerde yapılacak. Mahallenin adı Angel mahallesi, Türkçe anlamı Melek mahallesi. İnsanlar boşaltmıyor mahalleyi yoksulların yaşadığı bir bölge orası. Brezilya devleti ne yaptı? Aynı Carandiru Hapishanesi’nde yaptığı gibi oraya girdi. Gaz bombası benzeri bir şeyle değil gerçek kurşunlarla insanları katletti çıktı. Ve şimdi oraya olimpiyat köyü kurdu. Şimdi oraya herkes gidecek ve orada olimpiyatlar yapılacak. Yani Carandiru’da uygulanan yöntemler ile Angel mahallesinde uygulanan yöntemler arasında bir fark yok.

Türkiye’de de 19 Aralık’ta kullanılan kimyasallarla bugün Cizre’de kullanılan kimyasallar arasında bir fark yok. Ateş yok ama yanıyorsun… Biliyorsunuz, Şebnem Korur Fincancı tutuklandı. Gidip, Cizre’de insanların kimyasallar ile yakılarak, katledildiğini belgelediler. Aslında bu katliamı belgelediği için tutukladılar. Hapishanelerle ya da zindanlarla toplumsal yaşam arasında görünürden çok daha yakın bir ilişki var.

Refik kendisine de çarpan şeyleri böyle görüyor. Bu sorun sadece Türkiye ya da Osmanlı Devleti’yle ilişkili değil. Tüm dünyada yaşanan bir sorun.

5- Önceki sorulara cevap verirken siz de biraz anlattınız bu direnişlerin sonucunda kazanımlar olsa da cezaevlerinde ve farklı alanlarda olan direnişleri bastırmak için devlet katliamlar yapmış. Her şeye rağmen mücadele her dönemde bir şekilde devam etmiş. Mücadeleyi ayakta tutan ve bu mücadele ruhunu besleyen şey sizce nedir? 

Refik 90-91’de söylemişti. Güç veren ütopyamızdır. Kolektif bir ütopya oluşturabilmek insanı diri tutar. Ama bu kolektif ütopyayı nasıl oluşturabilmek? Büyük insanlığın bir ferdi olarak devrim sosyalizm idealini hep canlı tutacak bir şey. Bir devrimci, bir komünist, bir Marksist neredeyse aslında devrim oradadır.

Refik’i zaten bir şekilde hayatta tutan, ayakta tutan şeyi iradedir. Bu iradeyi Refik üretmiyor. Marx’tan, Engels'ten öğrendiği yaklaşımlar yada Türkiye’de Mehmet Fatih Öktülmüş’den öğrendikleri Refik’in iradesini oluşturuyor. Ama artık Mehmet Fatih Öktülmüş’ün yaklaşımlarından daha farklı yaklaşımlara ihtiyaç var. Aslında Refik’in sıkıntısı da bu. Bahsettiğim kolektif ütopyayı üretmek ve devrim ütopyasını-komünizm ütopyasını bir şekilde proletaryanın ve halkların algılayabileceği biçime getirmek, Refik’i ayakta tutan bir şey.

Ama çağımız devrimler çağı ve kapitalist üretim biçimi 3. büyük depresyonunda şimdi. Bugün kapitalizmin 3. büyük bunalımı var diyoruz.  Bu bunalımda kapitalizmi alaşağı etme düşüncesi ve ideali Refik’i ayakta tutuyor. 

6- Wernicke Korsakoff ve Eski Mapuslar Dayanışma Girişimi üyesisiniz. Bu dayanışma girişiminde ne gibi çalışmalarınız oluyor ve hedefleriniz nelerdir? 

Bu soru için teşekkürler. Wernicke Korsakoff ve Eski Mahpuslar Dayanışma Girişimi, 2004 yılında kurulurken ilk on kişilik yapılan toplantıda Refik vardı. Zaten Refik’in bir şekilde çalıştığı, yaşadığı hukuk bürosu eksenli olarak bu oluşum ortaya çıktı.

Hapishaneler sorunu, karşı devrimcilerin bu azgın saldırıları sürdükçe devam edecek. O yüzden bu sorun için daha kurumsal bir oluşum gerekli düşüncesiyle dayanışma ağı ortaya çıktı.

Dayanışma ağında, Wernicke Korsakoff sendromuna yakalanmış kişilerle daha özel çalışmalar yapılıyor. Wernicke Korsakoff ve Eski Mahpuslar Dayanışma Ağı girişiminin çok daha zengin olanakları olmuş olsa; bugün sadece WKS’lerle ilgilenmenin dışında eski mahpusların, iş bulma, kalacak yer bulma gibi sorunlarına çözüm bulmak gibi amaçları da var. Dayanışma ağının imkanı olsa bütün adli tutsaklarla ilgilenmek gibi bir hedefi var. Bunların hepsi işte bir taraftan çok büyük iş ve enerji gerektiriyor. Tüm bunların altından çıkılamıyor. Bu yüzden sadece şu anda siyasi tutsaklarla ve onların da WKS olanlarıyla ya da ölüm orucu direnişçisi veya açlık grevi direnişçisi olanlarla iletişim kurulabiliyor. Onların bile hepsiyle ilişki kurmak çok zaman alıyor. Hem o insanlarla o ilişkiyi kuracak kadro sorunu ortaya çıkıyor hem ilişki kurduğumuzda o insanlarla ne yapabiliriz sorunu ortaya çıkıyor. Bu sorunların hepsi çok geniş bakış açısı ve çok büyük bir zaman gerektiriyor.

Refik, çalışmalara çok doğrudan katılamıyor enerjisi ve gücü yetmediği için. Son olarak çalışmalara çok fazla katılamadığım için bu söylediğim şeyler Refik’in dışarıdan gözlemleri diye belirteyim.

Röportaj içinde bazı bölümler redakte edilmiştir, aslına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder