Yaşadığımız altı gün boyunca kahvaltımızı, öğle yemeğimizi, akşam yemeğimizi birlikte yedik, çayımızı birlikte içtik. Bu birliktelikte güzel olan sohbetlerimizdi. Psikolog arkadaşımız ve durumu iyi olan arkadaşlar herkesle ilgilenmeye çalıştılar. Rahat olmamız açısından bir akşam içki içtik, beraber türküler, şarkılar söyledik.
Yürümede sorun yaşayanlara, yemeğini alamayanlara durumu durumu iyi olan arkadaşlar her konuda yardımcı oldular. Onların dışında tesisin çalışanları da sürekli bize yardımcı olmaya çalıştılar. Bunu içtenlikle yaptılar
Yürümemizin gelişmesi için hep beraber veya gruplar olarak bastonlarımızı atıp çimlerde kumsalda yürüyüşler düzenledik. Bu hem eğlenceli oldu, hem de yürüme konusunda kendimize daha fazla güven duymamızı sağladı.
Kahvaltı sonrası ve öğleden sonraları birlikte denize girdik. Yüzemeyen arkadaşlar için
Simit olmayacağından şamreller alındı. Kim ne der kaygısı olmadan şamrellerimizle kolluklarımızla denize girdik. Güneşlendik, kitap gazete okuduk sahilde.
Burhaniye belediye başkanıyla görüşüldü, bize araba hazırlandı. Bir gün öğleden sonra arkeolog rehberimizle (Burhaniye’den bir dost) iki tane köyü gezdik. Gezi esnasında güzel manzara eşliğinde rehberimiz bize Truva savaşını yöredeki eski uygarlıkları, mitolojik öykülerle bezeyerek anlattı. Kazdağları hemen yanıbaşımızdaydı.
Yine bir akşam hep birlikte film izledik. Bunun dışında iki kez toplantı yapıp sürecimizi, duygu ve düşüncelerimizi paylaştık. Arkadaşlar hep herkesi ortak yaptığımız şeylere katmaya çalıştılar. Rahatsızlığı olanlar gidip dinlenebiliyordu.
Unuttuklarım olabilir, hatırladığım bunlardı. Bunları yaşamak çok güzeldi. Ama asıl güzel kılan ortak acıları., sıkıntıları yaşamış insanlar olarak ve örgütlü yaşamımızda farklı siyasetlerden olan insanlar olarak dostluğu dayanışmayı, sahiplenmeyi yaşamamızdı. Hiçbir ayrım olmadan tüm insanlar arasında bunu yaşadık, bu bizim için çok değerliydi.
“Sen korsokofların gecelerine toplantılarına neden katılmıyorsun?” Ne demeliyimki! Bilmiyorumki geceleri toplantılarımı oluyor? Evet buradada toplantı yaptılar geceleri için 50 bilet sattım. Genç bir kız ilgileniyor…Korsokof değil mi? doğru telefuz ediyor muyum?… Evet diyorum ve uzatmıyorum. Kimseyle karşılaşmak görmek istemiyorum diyemiyorum.
Zaman akıp geçiyor yolum Ankara düşerde Başak ‘ı göremeden olur mu? Ulaşıyorum ona ve “ Yüksel caddesinde anıtın önünde buluşmak için sözleşiyoruz, geliyorum ama anıt yok tadilat nedeniyle korumaya alındığını sonradan öğreniyorum. Orada bekleyen bir hanım ve beye anıtı soruyorum. Sorum şaşkınlıkla cevaplanıyor evet onlar Başak ve arkadaşı. Bir kafeye çıkıyoruz ve sayımız çoğalıyor… Aaaa sesleri sevinçler ve heyecanlar…
Fatime’de bu şaşkınlar arasında ama toplantısı olduğu için ayrılıyor… Bekle diyor… Ama garip bir ön yargı ile toplantıların sonu gelmeyeceğini düşündüğümden kalkıyorum ama yanılıyorum Telefon çalıyor telefondaki ses bu düşünceme cevap olarak “ama bekleyen sensin “ diyor… Garip bir utanma yaşıyorum ön yargımdan dolayı… Uzatmayalım o akşamı birlik geçiriyoruz…
Sabah işe giderken elime bir dosya tutuşturuyor “bir incelersin “ diyor…
Çantama koyuyorum. “Wernike korsokoflular ve eski mahpuslarla dayanışma girişimi”
“ Çeliğe su verenlerle elele eski mapuslara yaşam alanı dayanışma kampanyası” başlıklarını görüyorum. Hep çantamda taşımama rağmen pek ilgilendiğim söylenemez….
Telefonum çalıyor “ben … Ankara. Fatime “ sözleri ve “ Kadıköy’e geliyorum” sözlerini duyunca bende “Kadıköy’deyim diyerek buluşalım diyorum gayri ihtiyari…Arayan bu dayanışma ağının organizasyonu ile kişi. Boğada buluşacağız geldiğinde tanıyorum. Nasıl böyle emin olabildiğimi soruyor… “En güzel kızı baktım” diyorum. Gülüyoruz.
Anlatıyor “1-8 Eylül 10 tarihleri arasında Ören’de kampımız var” diyor. Bana böyle bir karşılaşma, yüzleşme hem zor hem uzak geliyor… Am o peşimi bırakmıyor… Tatil için hareket yaklaştığında onlarla gideceğimi söylüyorum belirgin olan bir mutluluğuna tanık oluyorum…
31 Ağustos 2010 Salı günü Kadıköy’de buluşacağız beni yalnız kalmamam için birarkadaşına yönlendiriyor ama ben gitmiyorum.. Akşama doğru geç kalacağını aynı arkadaşı ile buluşup gitmemizi öneriyor. Adınıda söylüyor. sonra arkadaş beni arıyor onunlada boğada buluşacağız… Bu kez tarif yok… Kararlaştırdığımız saatte bahariye caddesinden boğaya doğru ilerliyorum. Orası kalabalık ama ben hafif aklıklar düşmüş uzun saçlı birine yöneliyorum… Şaşırıyor oda… Artık sırrımı açıklıyorum benim tanımadaki adresim gözler…
Pozitif yüzü olan bu arkadaşla hemen kaynaşıyoruz. Maltepe’ye trenle yolculuk yapıp orada toplanma yeri olan sokakta oturup çay içiyoruz gelenlerle sohbet ediyoruz… Canlı kıpır kıpır bir hanım oturuyor masaya, bizleri sorduğunu anlıyorum bir tipimiz var gibi “hiç benzemiyor” diyor. Tanışıyoruz. PSİKOLOG olduğunu söylüyor. “ Hiç sevmem psikologları” diyorum… Sevmek zorundaymışım gibi “ama ben sizinle geliyorum” diyor…”Bende sevmem psikologları” diyor ekliyor. Tepkimin nesnel zeminini bilmiyor sonra anlatırım diyerek gönlünü alıyorum.
Böyle başlıyor tanışmamız ama yoculuk ve kamp boyunca iyi arkadaşlık kuruyoruz. Tepkimin nesnel zeminini anlatıyorum.
Belediyeden temin edilen araçla yolculuğa çıkacağız ama yolculuğa başlarken çekimler vardı sıkılıyorum bu durumdan beni çekmelerine izin vermiyorum. Bu durum kap boyunca da beni hep rahatsız edecekti. İkide kız çocuğumuz var arabamızda… Çok tatlılar… Geç saatler Gönen’e varıyoruz. Erdal- Hacer Arıkan kardeşleri alıyoruz..Çok heyecanlanıyorum karanlıkta Arıkan kardeşlerden başka kimse yok sokakta. Erdal Erol Arıkan kardeşlere yaklaşıyorum. Hacer’in yüzünde ne göreceğim bilmiyorum. Karanlıta o güzel gözleri parlıyor evet Hacerin yüzü işte…Kendi teninden yüz burun yapmışlar. …Düşüncelere dalıyorum. Kimsenin bilemeyeceği duygular benimle gidiyor. Kin ve Sevgi benimle ne güzel… Karanlıkta bir fesleğen koparıyorum… Ç ocuklardan biri arabada kokuyu fark ediyor… Birer parça veriyorum… Ah bir bilseler bu fesleğenin bende çağrıştırdığını… Çocuklarla sabah kampa varır varmaz denize atlayacağız…
Ören Artemis tesislerine geldiğimizde şafak sökmüştü ancak havada yağmak üzereydi. Ama denize daldım. Çocuklara anneleri izin vermedi. Zaten verse de ben izin vermezdim. Bu tesisler DİSK – GENEL-İŞ’E aitti.
Kamp yaşamı başladı…
Ama daha gelecekleri bekliyoruz.
Önce Ankara grubu geliyor…
Servet var bu grupta tanıyorum ama onun tanıması olanaklı değil…
İzmir bekliyoruz…
Köydeyiz diyorlar. Ulaş’ların köyü.
Ve ilerleyen zamanlarda ulaşıyor… Muharrem, Ulaş. Çeşmi siyah kız ( siyah gözlü kız) _Şükriye_ tanıdıklarım arasında… Yürümekte zorlanıyor ama on yıllar gözlerinin karasına ve gülüşüne bir şey yapamamış adeta zamanı durdurmuş. Beni tanıyor ve hiç ayrılmayacak gibi kucaklaşıyoruz. Okul yıllarımın kara gözlü kızı sen ha diyorum içimden...
Saatler mi, zaman mı akıp gidiyor. Sözün edebiyatın yetersiz kaldığı anlardayız…
Deniz, kum sohbetler,
Ulaş” koşmayı çok özledim” diyor… Onu koşturacağıma söz veriyorum.
Adeta sarhoş gibiyim. Kim böyle anlar yaşayabilir ve bu duyguları tadabilir ki…
Bu ne “ mevsimlik aşklar. Nede statik hazlar için” yapılmış bir tatil… Ölümsüz sevdalar konuşuluyor bu tatilde..
Sabahları kumsalda yürüyüşü ve denize girmeyi aksatmıyorum. Saat 6.30 da denizde oluyorum… İlerleyen günlerde kumsal yürüyüşüne , Servet ve Şükriye’de katılıyor… Ulaş sadece denize giriyor…. Sonraki gün ise kitleselleşiyoruz…İskelede ve Deniz kızı heykelinin orada 9 kişi oluyoruz. Üç kişide denize girdik…Hacer denize giremiyor ama ayaklarını suya sokup yürüyüş yapıyoruz…Suyun dokunuşlarından çok heyecanlanıyor…
Köylere gideceğiz.. Belediye arabasındayız..Organizasyona karışmama tatilin keyfini çıkarma kararlılığımı sürdürüyorum. Ama bakıyorum ki organizasyonda olan arkadaşımızın ve sevgili psikologumuzun canı sıkkın, belikli ters giden bir şey var. Onlar belediyenin gönderdiği şoförün kılavuzluk yapmasını bekliyor ama öyle olmuyor. Bunun üzerine hiç istemediğim halde orada bulunan arkadaşlarımı arıyorum. Bir kılavuz alıp yolumuza devam ediyoruz. Kılavuzumuz kanser hastası şeker gibi bir arkadaş. Bir köye çıkıyoruz. Deliklitaş var burada ama asıl olarak orada izleyeceğimiz manzara var. Körfez ayaklarımızın altında. dayanamayıp kayalıklara tırmanıyorum…. Ufukta deniz… Güneşin yansıması denizde…
Tekrar başka bir köye hareket ediyoruz.
Gezimizde rehberimiz bize mitoloji anlatımı keyfini de yaşatıyor… V orada hiçbir hanıma “Afrodit gibisin “ dememek gerekir diyorum. Çünkü Afrodit’in güzellik tanrıçası ünvanının hile ve rüşvetle alınmış bir unvan olduğunu öğreniyor gülüyoruz…
Kampta olan hiçbir şeyi kaçırmamaya özen gösteriyorum. Korsokoflara özgü anılar yaşanıyor. Biri kapıda anahtarı unuturken diğeri, kaldığı odayı kaybediyor ve yolu doğrulttuğunda ise acaba gören var mı? diye dile düşmemeye dikkat ediyor. Ama yinede herkese kendi anlatıyor. Herkes birbirin yardımcı burada… Ali amca oğlu Ergün ‘le gelmiş. Alevi dedesi gibi…
Ve kamp görevlileri, güvenliğinden çalışanına sevgi dolular… Ulaş kendi başına yürümeye başladı ama yön tayin edemiyor. Uzaktan izliyorum yanlış yola giderken güvenlik yorulmasın diye koşup yanına geliyor yol gösteriyor… Yemekhanede her görevli yardımcı oluyor… Resepsiyon bölümünde çay veren kızın gülüşünü görmek için bile oraya çay içmeye gidilir hissine kapılıyoruz. Çayda sevgi var. Yemekten sonra mutlaka orada buluşuyoruz.
Denizde yüzme biçimleri de değişti arkadaşlarımıza aldığımız şamrelleri arkadaşların kullanmadığı saatlerde diğer kamp sakinleri kullanmaya başladı. Yeni bir yüzme biçimi yarattık diyoruz.
İşinden dolayı kampa Fatime katılamıyor. Ama sitemlerimiz üzerine iki günlüğüne Ankara’dan geliyor…
Son gün tamam Ulaş koşacak. Yalın ayak çimlerde yürüyorduk. Şimdi yalın ayak koşacaklar… Evet düşerim demeden başlıyor koşmaya. Ona Şükriye ‘de katılıyor. Bu bir yarış ama bu yarışın birincisi yok. Mutluyuz… Heyecanlıyız.
Kampa Şükriye’in okul yılarındaki ev arkadaşı ve okul arkadaşları da geldi. Üstüne kardeşi de arayınca o mutluluğu resmedecek hiçbir ressam bulunmazdı ama biz gördük
Vakit tamam ayrılacağız….Buna ayrılık denir mi bilmem.
Ben İzmir grubu ile gideceğim… Bağımızı koparmamaya söz veriyoruz ama yaşamın böyle olmayacağı gerçeğinide biliyoruz… Hacer’in yüzü yüzümde yola koyuluyoruz… İlk durağımız Ulaş’ın köyü… Ama biz tarlaya gidiyoruz… Tütün kırıyor ailesi… Gökyüzüne bakıyorum. Ne kadar çok yıldız var… Tarlanın ortasında karanlıkta babası ve annesine teslim edip İzmir’e doğru ilerliyoruz… Kulağımda Ulaş’ın “beni arayacaksın değil mi?” diyen sesi yankılanıyor.
Ben mi sevgimle kaldım öylece…Ve Hacer’in yüzünün son halini görme arzusu düştü usuma…
-----------
Şahintepe İşçi Kültür Evi’ndeydim. Genç dostlar, yoldaşlar her ayağa kalktığımda, abi dur, biz çayı (vb.ni) getiririz, derlerdi. Beni sevdikleri için, yorulmayayım, diye böyle yaparlardı. Bir yerde bu alışkanlık haline geldi. Bir gün ayağa kalktım. Yanımdaki genç dost hemen ayağa fırlayıp, abi sen dur ben yapayım, gibi bir şey söyledi. Dinine yandımın, tuvalete gideceğim. Bırak da onu ben yapayım, dedim. Tabi bu alışkanlık her zaman gülünecek bir anı bırakmıyor. Korsokoflu bir arkadaş çayını birinin karıştırmasını dahi bekliyormuş. Oh keyfe bak, diyenler olabilir. Aslında yaşanan pek keyifli bir şey değil. Ortada bir muhtaçlık ilişkisi var. Arkadaş pek çok işini kendi yapabilecek durumdayken, çayını karıştırmak için bile birine muhtaç hale geliyor. Bir süre sonra aileler de, onu kendine muhtaç diye değerlendiriyor. Kuşkusuz hissedilen duygu bu kadar keskin değil. Ama, yalıtılmış olarak, bundan başka bir şey ortaya çıkmıyor.
Öte yandan korsokoflu arkadaşta nesnel olarak istismar ediyor. Hayır anne, babasını değil. Gerçekte kendi yaşamını istismar ediyor. Bağımlı hale geliyor. Cehenneme giden yolun taşları iyi niyetle döşenir. Korsokoflu arkadaş cehenneme götürülüyor. Bunun alt zemini ise iyi niyetle, sevgiyle döşeniyor. Yani, ya sevgiyle, ya da benzeri bir duyguyla korsokoflu arkadaş(lara; bize) acınıyor.
Bir arkadaş, kimse ölüm orucuna girerken karşılık beklemedi, sonuçlarını da herkes biliyordu. Bu bir tercih. Evet arkadaş çok doğru söylemişti. Bugün yaşamda bir takım yetersizliklerimiz var, herkesten belki biraz daha çok yetersizliğimiz var. Ama hepimiz bu sonucu biliyorduk. Onurumuzu korumak için direnişe girdik. Beton duvarlar yıkılmadı belki ama, gerçekte biz, hücreleri yıktık. Sonuçta, durumu ne olursa olsun, wernicke korsokoflu olanların yardıma değil, dayanışmaya ihtiyacı var.
Tatilden önce, bunu teorik olarak görüyordum. Tatil, bunu ete kemiğe büründürdü. Çünkü, wernicke korsakoflarla dayanışma platformunun gerçekleştirdiği tatile gelenlerin çoğu, wernicke korsokoftu. Düşersem gülerler, diye düşünüp, yürümekten zorunlu haller dışında uzak duranlar, tatilde koşmaya bile çalıştı. Aynı nedenle konuşmaktan çekinenler, rahat konuşmaya başladı. Çünkü düşse bile gülen olmayacaktı. Ona gülerken bende düşebilirdim. Ya da onun konuşmasını alaya alsam, ben de alaya alınırdım. Çünkü aynı durumdaydık. Bu acımayı değil, dayanışmayı doğuruyordu. Ona konuşurken, ya da yürürken yardım ettiğimde, iki dakika sonra o bana yardım ediyordu. Bu durumda nesnel olarak bir dayanışma durumu ortaya çıkıyor. Gelişmede bu dayanışmayla oluyor. Çoğumuz aynı olduğu için nesnel olarak ortaya çıkan dayanışmayı, yaşamın her alanında öznel hale getirmek gerekiyor. Çünkü kısa sürede dahi, epey verimli, geliştirici sonuçlar çıkaran tatil, çoğumuzun aynı olmasından çok, ortaya çıkardığı dayanışmayla bu olumlu sonuca ulaştı. Yaşamı hücreleştiren bireyciliğin kökünü dinamitleyecek olanda dayanışmadan başka bir şey değil.
Dayanışmayı wernicke korsokoflarla sınırlamamalı. Ama wernicke korsakoflarla dayanışmada, genel bir dayanışma, yani kolektif kültürün gelişmesinin bir adımı olarak düşünmek ve bu adımı atmak gerekiyor.